top of page

 

Jan Garbarek Group

 

Can’a Jan katan bir gecenin ardından...

 

Bugüne kadar yazdığım onlarca şiirden, makaleden, denemeden daha zor bir yazıya başlıyorum. Şiir yazarken, her zaman iyi bir kaçış imkanı verebilecek “şair burada acaba ne anlatmak istemiş” sorusunun tembelliğine sığındım belki çoğu kez. Akademik makalelerde final sınavından alınacak iyi bir nota belki. Ya bu konser yazısı? Konserde hissettiklerimi tam olarak anlatamayarak bu yazıyı sonlandırma düşüncesi rahatsız edici. Ama bir taraftan da bu konserde hissedilenler sözcüklerle anlatılabilseydi Jan Garbarek diye bir adam olmazdı, böyle bir konser olmazdı diyorum ve yine kendi sığınağımı yaratıyorum. Müzik konusunda bir alaylı olarak bu konseri bir parça teknik ve yoğun şekilde de duygusal açıdan incelemek istedim.

Cemal Reşit Rey şüphesiz en iyi akustiğe sahip konser salonlarından bir tanesi. Böyle bir mekanda, eğer müzikalitenin ön planda olduğu; seslerin birbirini öldürmediği, armonilerin net olarak hissedildiği; seslerin tadında bir reverb ile hacim ve derinlik kazandığı bir müziği deneyimleme şansınız oluyorsa, zaten teknik anlamda mükemmel bir tınıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İşte ilk parçada karşılaştığım sound ile tüm bu saydıklarımı yakaladığımı söyleyebilirim.

 

Jan Garbarek’in müziğine gelecek olursak, onun bazı jazz çevrelerince fazlaca kalıpsal olmak ve serbest doğaçlamaya az yer vermek ile eleştirilmesine anlam veremediğimi açıkça söylemeliyim. Bunu folkloruna bağlı olması ve köklerini müziğinde ustaca kullanması olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Dolayısı ile ben bu kalıpların Garbarek’in müziğini kısıtlayan bir unsur değil, bilhassa ona tat veren baharatlar olduğunu hissediyorum. Onun İskandinav kültürünü jazz içerisine homojen olarak karıştırmasını hayranlıkla izliyorum. Polonya asıllı Norveç’li sanatçı bunu CRR sahnesinde yine o kadar ustaca yaptı ki ona neden İskandinav jazz’ının babası dendiğini bir kez daha anlama fırsatı bulduk.

 

Trilok Gurtu’nun (perküsyon) efil efil yüzümüzü yalayan ılık baharat kokulu ritimlerinin bir anda Jan Garbarek’in saksafonu ile önce kuzey Britanya’nın alabildiğine geniş yemyeşil ovalarına, sonra da İskandinavya’nın buzlu karanlığına uğraması, Yuri Daniel’ın (perdesiz bas) akıp giden notalarına binip karlı dağlar boyunca yükselerek soğuması ve Rainer Brüninghaus’un (keyboard) her bir dokunuşunda bir yağmur damlası olup içimize düşmesi... En güzel tarafı da bu yağmurun bir anda değil, yavaş yavaş tane tane yağmaya başlaması, belli belirsiz hızlanarak ruhumuza nüfuz etmesi ve en sonunda da biz doruktayken kendini açan güneşin ve gökkuşağının sonsuz huzuruna bırakması. Gurtu’nun yıllar önce Mercan Dede Ensemble konserinden sonra Arkın (Mercan Dede) ile bir araya geldiğinde, Arkın’ın çok genç yaştayken alıp ekibine kattığı, üflemelilerde (klarnet ve trompet) süper yetenek olarak görülen Aykut Sütoğlu hakkında yaptığı “Özel bir yeteneğe sahip ama cümleleri yavaş yavaş inşa etmeyi öğrenmeli” yorumuyla kastettiği şeyi bu konserde birebir kendisinden ve arkadaşlarından görmüş olduk. Tane tane, tek tek ve sırasıyla gelişti müzik, olgunlaştı duygular. Bulutları getiren bir rüzgarla başladı, küçük yağmur damlalarından sonra büyüdü büyüdü ve sağanak oldu. Önce ıslandık, içimize işledi nemi, titredik. En sonunda açan güneşle ısındık, yüzümüzün ortasında asılı kalan bir gülümsemeyle gökkuşağının her bir renginde farklı bir keşfe çıktık.

 

Evet gökkuşağındaki renkler gibi Garbarek’in müzikleri, farklı duyguları içinde barındırıyor. Onları keşfetmek ise büyük bir ayrıcalık bana göre. Kuzey cazına ait o müthiş melankoliyi nota nota işleyen bir saksafon solosundan bir anda Gurtu’nun egzotizmine bırakıyorsunuz kendinizi. Bu ritimlere eşlik eden dolu dolu bir groovy perdesiz bası Rainer’ın tuşlarında hayat bulan lirik bir şiir izliyor. Bu duygular o kadar ustaca iç içe geçiyor ki siz ne neden nasıl diye soramadan bir anda kendinizi bu müthiş girdabın içinde buluyorsunuz.

 

Bu parçalar zamanın süzgecinden başarıyla geçmiş, geçerken olgunlaşmış ve yıllandıkça da demini bulup tatlanmış parçalar. Hepsinde farklı bir hikaye anlatılıyor gibi. Kendimi çokça melankolisine kapılıp gittiğim bir hikayenin başrolünde buluyorum. Bunun sebebi Garbarek’in saksafonunun haykırışları. Bir Lars von Trier filminin içindeyim sanki. Film “Melancholia” olabilir mi? İskandinav melankolisi beni çok uzaklara taşıyor... Derken, daha epik ve pastoral bir İskoç melodisi geliyor kulağıma. Evet, İskoçların köklerinin İskandinavya’ya bağlandığını duymuştum, bu bağı Garbarek’in müziğinde hissedebiliyorum. Daha sonra bir anda keyboard’un akorları, bas ve davulun uyumu ile Latin Jazz’a çalan bir melodiyle güneye, daha sıcak ülkelere göç ediyorum. Her bir coğrafyada ayrı bir Jan oluyorum.

 

Geceyi ellerimiz kızarana kadar alkış tutarak noktaladık. Jan bize insanlığımızı, duygularımızı hatırlattı, koşturmaca içinde geçen hayatımızda nereden gelip nereye gittiğimize ışık tuttu adeta. Böyle konserler yılda bir kaç kez geliyor ve ben bunlardan bir tanesine tanıklık etmekten dolayı müthiş mutluluk duyuyorum. Su gibi bir konserdi. Usulca aktı gitti. Giderken de içimi ıslattı. Can’ıma Jan kattı.

Teşekkürler

  • Instagram
  • Facebook
  • LinkedIn

©2020 by Can Karakuş

bottom of page