JAN GARBAREK GROUP
feat. TRILOK GURTU
İskandinav cazının yaşayan efsanesi saksafon üstadı Jan Garbarek, usta müzisyenlerden (vurmalılarda Trilok Gurtu, tuşlularda Rainer Brüninghaus ve bas gitarda Yuri Daniel) oluşan grubuyla tam 3 sene sonra yine bir Şubat akşamı İstanbul’da sevenleriyle bir araya geliyor! 40 yılı aşkın başarılı müzik kariyeri, sayısız albüm ve projesiyle dünyanın en önemli caz müzisyenlerinden kabul edilen Garbarek, 2 Şubat’ta Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda, melodileriyle ruhumuza dokunacak.
3 sene önceki konseri dinleme şansına sahip biri olarak şunu söyleyebilirimki, Cemal Reşit Rey, Garbarek’i dinlemek için en uygun konser salonlarından bir tanesi. CRR’nin akustiği ile birlikte Jan Garbarek’in duygu dolu, buzlu, boşlukta serbestçe yol alan, uzun ve hacimli sound’u bizi yine etkisi altına alacak. Bu etkiyi daha iyi anlayabilmek için sırasıyla Jan Garbarek’in hayatına ve müzikal yaklaşımına uzanalım şimdi.
Jan Garbarek, Polonyalı bir baba ve Norveçli bir annenin oğlu olarak 1947 yılında Norveç Mysen’de doğdu. Ailesi ile birlikte dönemin koşulları sebebiyle Oslo’ya taşındıkları zaman 7 yaşındaydı. Memleketinin kültürü Jan Garbarek’i fazlasıyla etkilemeye yetmişti ve bu sonraları müziğinde de önemli rol oynayacaktı.
Garbarek’in müzik yaşamındaki dönüm noktası 14 yaşında radyoda John Coltrane’in Countdown parçasını dinlemesi oldu. Bu parça ardından Jan, caza ilgi duymaya başladı. Jan, bu dönüm noktasından şöyle bahsediyor: “O yıllarda genel anlamda müziğe karşı bir cazibeye kapılmamıştım. 14 yaşındayken kızlarla dans etmek eğlenceliydi. Daha sonra o akşam Coltrane’i radyoda dinledim ve her şey değişti. Hayatımdaki en ciddi anlardan birisiydi. Arkadaşlarımla dışarıdaydım, akşam eve gelmiştim ve müziği duydum, birden bir şey durmama sebep oldu, çok özel bir şey hissettim. Müzik bittikten sonra da, haftalık caz saatinin bittiği anonsu geldi. Böylece dinlediğim müziğin caz olduğunu öğrendim. John Coltrane’nin Giant Steps albümünden Countdown parçasıydı. Daha sonra bu albümü aldım ve bir kaç yıl boyunca her sabah dinledim. Aileme bana saksafon almaları için baskı yaptım ve bir sonraki Noel’de aldılar. Nasıl saksafon çalınacağına dair bir kitap aldım ve oradan çalıştım.”
Beğendiği isimleri dinleyerek kendini yetiştiren sanatçı, iyi müziğin çok nota çalmak demek olmadığının farkına varacak olgunluktaydı ve kendi müziğini bu doğrultuda inşa etmeye başladı. Klasik cazın yanı sıra İskandinav ve dünya folklorunu da müziğine taşıyan Garbarek, parlak ve temiz sololarıyla da çağdaşlarından kolaylıkla ayırt ediliyordu. Sonraları caz teorisyeni George Russell, Garbarek’i “Avrupa cazında Django Reingardt’tan beri en orijinal ses” olarak tanımlayacaktı.
22 yaşına geldiğinde ünlü plak şirketi ECM’e davet edilen Jan Garbarek, 43 yılda yaklaşık 50 albüme imzasını attı. Modern caz kronolojisinin en değerli isimlerinden olan sanatçı, Anouar Brahem, Eleni Karaindrou, Fateh Ali Khan, Zakir Hussain ve Deeyah gibi etnik isimlerle de pek çok albüm projesinde yer aldı. Birçok Fransız ve Norveç filminin özgün müziklerini yazan Garbarek, Hollywood sinemasının da en gözde bestecilerinden biri haline geldi.
Jan Garbarek caz müziğine bakışını ve kendi müzikal anlayışını şu şekilde açıklıyor: “Bana göre caz Louis Armstrong ile başlayıp 65’lerde bitti. Bundan sonra başlayan yeni şeyler cazdan farklı. Bana göre caz Armstrong, Ellington, Oscar Peterson, Gene Ammons, Dexter Gordon’dır. Miles ve Coltrane’in ilk dönemleri de caz olarak sayılabilir fakat bundan sonraki çalışmaları cazın dışına çıkmıştı. Ben müziğimi caz olarak tanımlamıyorum. Daha farklı bir şey ortaya çıkarıyorum ve yaptığım işten memnunum. Müziğim için de herhangi bir isim bulma derdinde değilim.”
Belli kalıplar içerisinde sesleri ve sessizliği çok yerinde kullanarak müthiş bir duygu yoğunluğu yaratan Jan, bazı caz otoriteleri tarafından ise fazla kalıpsal olmak ve serbest doğaçlamaya az yer vermek ile eleştirildi. Jan’ın ise bu eleştirilere ilginç bir cevabı var: “Bence, prensiplere daha bağlı ve planlı olmamız bize daha fazla serbestlik kazandırıyor. George Russell ile çaldığım zamanlar bu fikri edinmiştim. Üzerinde düşünecek pek de bir şey yoktu, elindeki bu imkânları kullanıp, ilginç bir şeyler ortaya çıkartmam gerekiyordu. Bu bana, sınırlamaların yaratıcılığı tetikleyebileceğini öğretti. 60’larda serbest caz yaparken de bu konuyu düşündüm. Madem her şey o kadar serbest niçin birçok beste birbirine benziyordu? Aslında bu serbestlik anlayışı bir nevi kısıtlama gibiydi. Bu ilginç bir çelişki.”
Jan’ın bu formatlı müzikal yaklaşımında şüphesiz folkloruna bağlı olması ve köklerini müziğinde ustaca kullanmasının da etkisi çok büyük. Dolayısıyla, bu kalıpların Garbarek’in müziğini kısıtlayan bir unsur değil, bilhassa ona tat veren baharatlar olduğunu söylemeliyiz. Onun İskandinav kültürünü jazz içerisine homojen olarak karıştırmasını hayranlıkla izliyorum. Garbarek’in müziğinde parıldayan o buzlu gizemin, lirizmin içtenliği ve coşkunluğuyla nasıl bir ahenk ve estetik içerisinde buluştuğuna şahit olabilmek için sadece kulaklarımızı değil, yüreklerimizi de açmalıyız şüphesiz.
Bu noktada, Jan Garbarek’in müziğini dinlediğimde hissettiklerimi anlatabilmemin en iyi yolu, bundan 3 sene önceki konser notlarıma geri dönmek olacak belki de:
“Trilok Gurtu’nun (perküsyon) ılık baharat kokulu ritimlerinin bir anda Jan Garbarek’in saksafonu ile önce kuzey Britanya’nın alabildiğine geniş yemyeşil ovalarına, sonra da İskandinavya’nın buzlu karanlığına uğraması, Yuri Daniel’ın (perdesiz bas) akıp giden notalarına binip karlı dağlar boyunca yükselerek soğuması ve Rainer Brüninghaus’un (keyboard) her bir dokunuşunda bir yağmur damlası olup içimize düşmesi... En güzel tarafı da, bu yağmurun yavaşça tane tane yağmaya başlaması, belli belirsiz hızlanarak ruhumuza nüfuz etmesi ve sonunda da kendini açan güneşin ve gökkuşağının sonsuz huzuruna bırakması. Trilok Gurtu’nun yıllar önce, üflemelilerdeki yeteneğiyle göz kamaştıran genç Aykut Sütoğlu hakkında yaptığı “Özel bir yeteneğe sahip ama cümleleri yavaş yavaş inşa etmeyi öğrenmeli” yorumuyla kastettiği şeyi bu konserde birebir kendisinden ve arkadaşlarından görmüş olduk. Tane tane ve sırasıyla gelişen bir müzik, inşa edilen duygular... Bulutları getiren bir rüzgarla başladı, küçük yağmur damlalarından sonra büyüdü ve sağanak oldu. Önce ıslandık, içimize işledi nemi. Sonrasında açan güneşle ısındık, yüzümüzün ortasında asılı bir gülümsemeyle gökkuşağının renklerini keşfe çıktık.
Evet gökkuşağındaki renkler gibi Garbarek’in müzikleri, farklı anlamlar barındırıyor içinde. Kuzey cazına ait o müthiş melankoliyi nota nota işleyen bir saksafon solosundan bir anda Gurtu’nun egzotizmine bırakıyorsunuz kendinizi. Bu ritimlere eşlik eden dolu dolu bir groovy perdesiz bası Rainer’ın tuşlarında hayat bulan lirik bir şiir izliyor. Duygular o kadar ustaca iç içe geçiyor ki siz bir anda kendinizi bu müthiş rüyanın içinde buluyorsunuz.
Bu parçalar zamanın süzgecinden başarıyla geçmiş, geçerken olgunlaşmış ve yıllandıkça da demini bulup tatlanmış parçalar. Hepsinde farklı bir hikaye anlatılıyor gibi. Kendimi çokça melankolisine kapılıp gittiğim bir hikayenin başrolünde buluyorum. İskandinav melankolisi beni çok uzaklara taşıyor... Derken, daha epik ve pastoral bir İskoç melodisi geliyor kulağıma. İskoçların köklerinin İskandinavya’ya bağlandığını duymuştum, belki de budur nedeni. Daha sonra bir anda keyboard’un akorları, bas ve davulun uyumu ile Latin Jazz’a çalan bir melodiyle güneye, daha sıcak ülkelere göç ediyorum. Her bir coğrafyada ayrı bir tat alıyorum.”
Evet böyle yazmışım işte 3 sene önceki konserin ardından. Ve eminim bu konserde de benzer şeyler hissediyor olacağım. Hayatın koşturmacası içinde bir an durup nefes alacağınız ve “hissedebilmenin” tadına varacağınız bir akşam olacak. Dolayısıyla 2 Şubat’ta Cemal Reşit Rey’deki bu konseri sakın kaçırmayın diyorum! Müzikle ve sevgiyle kalın...


