ULF WAKENIUS ile
Duo Extraordinaire Prömiyeri Ardından
Ulf Wakenius ve Lars Danielson’ı, yeni projeleri “Duo Extraordinaire”in prömiyerinde, Borusan sahnesinde izlemek için yerimizi aldık. O sırada müthiş bir konser izleyeceğimizin farkındaydım, fakat konser sonrası gecenin kendi adıma bu kadar güzel sürprizlerle ilerleyeceğini bilmiyordum. Hayranlıkla takip ettiğim bu müzisyenlerle, konser sonrasında yemek yemek, sohbet etmek ve ardından Nardis’e giderek geceye devam etmek benim için çok özeldi. O gece Nardis’te Meltem Ege ile Songbook albümünü çalacak olan Önder Focan, performansı öncesi Borusan’a gelerek eski dostu Ulf’ü dinliyor, Ulf de konseri bitince Nardis’e giderek Önder Focan’ı sahnede yakalıyor ve iade-i ziyaret yapıyordu. Bu anlamlı dostluğa yakından tanık olma şansı beni çok mutlu etmişti.
Ertesi gün Ulf’le, kaldığı otelin lobisinde bir araya geldik ve oldukça keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Kaydı tamamlamamızın ardından yaklaşık bir saat daha süren sıcak sohbetin sonunda ise kendimi Ulf’un talebi ile bir Saba taksimi örneği mırıldanırken buluyordum. Ulf ve tam o sırada otele giren Lars bir hayli şaşırdılar, benden böyle bir performans beklemiyorlardı sanırım.
Böylesine enteresan, dolu dolu, zamanın nasıl geçtiğini anlamadığım, inanılmaz keyifli bir haftasonu geçirmiş oldum. Sizin de bu söyleşiyi keyifle okumanızı diliyorum.
Daha önce de Borusan’da çalmıştınız. Dün akşam ikinci kez aynı sahnedeydiniz. Borusan’da çalmakla ilgili neler düşünüyorsunuz?
Borusan’da çalmak çok güzel. İlginç bir mekan. İzleyici gerçekten harika. İstanbul’daki izleyiciyi çok seviyorum. Mekanın yönetiminden çalışanlara, çalışanlardan izleyicilere kadar herkes çok sıcak. Çok pozitif bir hisse sahibim bu anlamda. Borusan’ın, İstanbul’a ait güzel bir resim olduğunu söyleyebilirim.
Türkiye’ye daha önceki ziyaretlerinizde çoğunlukla İstanbul’a geldiniz. Bunun yanında İzmir’e gitmiş olduğunuzu da biliyorum. Türkiye’deki kültürle ilgili izlenimleriniz nelerdir?
Arkadaş canlısı, iletişime açık ve merak eden insanlar var burda. Lars’la da konuştuk bunu hatta, burada kendimizi rahat hissediyoruz. İnsanlar iletişime ve yardım etmeye çok açıklar. Pozitifler ve gülümsemekten çekinmiyorlar. İstanbul benim sahne almaktan en keyif aldığım şehirlerden biri. Türkiye’de her yerde çalmak güzel, ama İstanbul’un kalbimde ayrı bir yeri var.
Bir İstanbul’lu olarak bunları duymak beni mutlu etti.
Lars ile bir duo proje için buradasınız. Lars ile birlikteliğiniz oldukça eskilere dayanıyor, ne zaman ve nasıl başladı bu hikaye?
Birbirimizi 25-30 senedir tanıyoruz. Ve tüm bu zaman diliminde birçok kez beraber çaldık. Etkilendiğimiz, ilham aldığımız bir çok ortak nokta var. Avrupa cazının ifadesini ve melodiye dayalı lirik İsveç cazını paylaşıyoruz. Aynı köklere sahibiz, dolayısıyla konu müzik olduğunda kolaylıkla iletişim kurabiliyoruz. Ve her tür müziğe de, iyi ve anlamlı olduğu sürece, açığız. Bu heyecan verici. Dün balladlardan Nirvana’nın Come As You Are parçasına kadar birçok farklı şey çaldık. Lars’la çalarken sınırları kaldırıyoruz. Klasik, Latin, Brezilya, Avrupa modern cazı, hepsini çalabiliyoruz. Limitlerinizin olmaması süper bir his.
Dün akşam konser sırasında bu his seyirciye de geçti kesinlikle.
Daha önce de birçok duo projede yer aldınız. Peki duo çalmanın artıları ve eksileri sizce nelerdir?
Bu çok güzel bir soru. Duo çalmak, dikkat gerektiren zor bir iş esasında, çünkü saklanabileceğiniz bir yer yok. Müzisyen üzerinde baskı oluşturuyor, çünkü müziği sürekli olarak taşımak, ilerletmek durumundasınız.
Eğer duo çalmaya karşı bir arzu varsa içinizde, teknik ve duygusal anlamda da buna hazır iseniz, müzikal anlamda çantanızda yeterli malzeme olduğuna inanıyorsanız, o zaman birçok pozitif tarafı var elbette. İki kişi telepatik olabilir. Trio da bazen olabilir, örnekleri var, ama çok ender. Bunun için Keith Jarrett Trio geliyor aklıma, onlar bir bütün olarak çalıyorlar. Oscar Peterson Trio bir diğer örnek olabilir. Ama çok fazla böyle örnek yok. Duo’da bu telepatiyi yakalamak mümkün. Çok fazla ritim ve notayla kısıtlanmadan, kalabalık içinde kalmadan, daha özgürce kendini ifade edebilmene imkan tanıyor. Özellikle de bas için bu böyle. Boş bir palette istediğiniz renklerle resim yapmak gibi.
Yoon Son Ha ile uzun süreli bir duo birlikteliğimiz var. Pat Metheny ile birlikte duo olarak çaldık. Bu çok özel bir tecrübeydi. Ama Lars ile bir araya getirdiğimiz tesirler, etkileşimler çok farklı bir kombinasyonu ortaya çıkartıyor. Çalıştığımız farklı müzisyenler, İsveç kökenimiz, Avrupa eklektik caz tarzımız bu duo’yu farklı kılıyor.
Sahne dışında da Lars’la ne kadar iyi bir iletişime sahip olduğunuz belli oluyor. Dün akşam bir arada geçirdiğimiz süre boyunca bunu farkettim. 30 senelik birliktelik zaten herşeyi açıklıyor.
Samimi olmak gerekirse karakterleri müzikten ayrı tutamazsın. İki kişi arasında iyi bir elektrik olmalı. Sahnede savaş olursa seyirciye birşey veremezsin (gülüyor).
Oscar Petersen’dan bahsetmiştiniz. Ben de paralel bir soru soracağım. Kariyeriniz boyunca Ray Brown, Oscar Petersen, Niels-Henning Ørsted Pedersen gibi caz efsaneleri ile çaldınız. Bu müziğinizi ne yönde etkiledi?
İsveç gibi küçük, kuzey kutbuna yakın, yani aksiyonun göbeğinde yer almayan bir ülkeden geliyorum. Bu anlamda caz efsaneleri ile çalabilmek benim için büyük bir şanstı. Öğretici bir tecrübeydi, çünkü cazın kaynağına yaklaşmıştım. Bir gitarist için bir hayalin gerçekleşmesiydi onlarla çalmak. Bir anda, daha önce okuduğunuz ve hayalini kurduğunuz yerlerde çalmak... Hollywood Bowl, Carnegie Hall, Blue Note gibi. Müziğe yaklaşımları, cesaretleri, hasta da yorgun da olsalar sahnede herşeylerini müziğe vermeleri hiçbir zaman unutmayacağım şeyler.
Çok fazla anektod var insanlara anlattığım. Ray Brown ile New York CBS stüdyosunda kayda girdik ve stüdyoda bana ne çalmak istediğimi sordu. O anda karar verdik ne çalacağımıza. Bir köşeye çekildi ve 5 dakika içerisinde kafasında aranjmanı yapıp geri geldi ve bize ne çalacağımızı söyledi. Ve kaydettik. Günümüzde kayıtlara yaklaşım bu şekilde değil.
Aynı durum Oscar Petersen için de geçerli. Sahneye çıkardık ve ne çalacağını hiçbirimiz bilmezdik. On bin kişilik bir seyirci önündesin ve Oscar Petersen’ın ne çalacağı hakkında bir fikrin yok. Bu durum için “Ateş Çemberi”, “Yüksek Tansiyonlu Gig” gibi çeşitli ifadeler kullanılabilir. Süper bir his, çünkü bu tecrübeden sonra bir daha sahneye çıktığınızda asla korku hissetmiyorsunuz.
Bir konser hiçbir zaman iyi ya da kötü değildir, o günün karakterine sahiptir sadece. O gün nasıl hissederseniz öyle çalarsınız. Ertesi gün de aynı kişisinizdir, sound’unuz aynıdır. Sadece günün karakteri ve hissiyatı değişir. Yaklaşımım bu şekilde.
Oscar Petersen’dan bahsetmişken, kendisiyle 10 sene çalıştınız. Ayrıca başka önemli piyanistlerle de çalışmalarınız oldu. Piyano için yazılmış birçok parçanın gitar aranjmanını yaptığınızı da biliyorum. Piyanoya karşı özel bir ilginiz olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu teknik ve duygusal anlamda nasıl açıklarsınız?
Piyanoya diğer enstrümanlardan daha fazla ilgim olmasıyla değil, kahramanlarımın genelde piyanist olmalarıyla alakalı bir durum bu sanırım. 10 parmakla çalınan bir parçanın notalarını tek tek gitara transpoze etmek imkansız. Piyano parçalarını gitara uyarlayabilmek için minimalist düşünmek ve en önemli notaları seçmek gerekiyor. Burada daha çok Jim Hall yaklaşımını benimsiyorum. Parçadaki ana melodiye odaklanmak bence en önemlisi.
Bill Evans, Oscar Peterson, Keith Jarrett, Herbie Hancock gibi piyanistlerle büyüdüm ve onlar benim kahramanlarımdı. Dolayısıyla onların parçalarıyla kendimi test ediyordum.
Aynı zamanda flamenko ve özellikle de Brezilya müziğine karşı yakın bir ilginiz var. Dün konserde de bundan bahsettiniz ve repertuvarınızda yer de verdiniz bu tarza. Paco de Lucia ile de aynı sahneyi paylaşmış olduğunuzu biliyoruz. Flamenko ve Brezilya müziğine olan ilginizi anlatır mısınız?
Bir flamenko müzisyeniyle birlikte çalarken flamenko size en güzel müzik gibi geliyor ve herşeyi siliyor. Ertesi gün bir Brezilyalı ile Brezilya müziği çalarken de bu müzik flamenkoyu siliyor ve dünya üzerindeki en güzel müzik gibi geliyor (gülüyor). Yani aslında güzel müziğin çehresi bu. İçine girdiğin zaman herşey o oluveriyor.
Hem İspanya’yı hem de Brezilya’yı çok seviyorum. İsveç müziğiyle kombine etme konusunda da hiçbir problem görmüyorum. Karakterini kaybetmeden iletişim içinde olmak bu. Şu an bir İsveçli olarak İstanbul’da olmamdan daha ilginç ne olabilir. İstanbul’dan esinleniyorum, Türk müziği dinliyorum, gidip Türk müziği albümleri alıyorum.
Yani dünyayı geziyorsun, etkileşime giriyorsun ama bu özünü, gerçek kimliğini kaybettiğin anlamına gelmiyor tabiki.
Türk müziğinden bahsetmişken, diğer dünya müzikleri gibi Türk müziği ile ilgili düşüncelerinizi de öğrenmek isterim. Makamları da düşündüğümüzde, flamenko ile aralarında benzerlikler olduğunu söyleyebiliriz sanırım?
Kesinlikle! Flamenko’dan bahsederken bunu düşündüm esasında. Flamenko çalarken, kolaylıkla Türk müziği de olabilir aslında diye düşünüyorum. Müzik sınırların ötesinde birşey. Kavimlerin hareketleriyle ilgili daha çok.
Örneğin, ailemle Türkiye’de tatildeyken bir müzik duymuştum ve Rus müziğine çok yakın olduğunu düşünmüştüm ve daha sonra müziği yapan kişi bana Karadeniz’den olduğunu söylemişti. Sınırlar suni bu anlamda ve toplulukların etkileşimleri oldukça önemli.
Türk caz sahnesiyle ilgili neler düşünüyorsunuz? Önder Focan ile eskiye dayanan dostluğunuzu biliyorum, bu konuya birazdan ayrıca değinelim isterim. Önder Focan dışında tanıdığınız başka Türk müzisyenler de var mı?
Çok fazla Türk müzisyeni duydum. Örneğin, Aydın Esen harika bir müzisyen. Okay Temiz, geri dönmeden önce, uzun yıllar İsveç caz sahnesinin önemli isimlerindendi. Türk müziği çok güçlü. Üzerine inşa edebileceğiniz müthiş bir geleneğe sahipsiniz. Dünyaya daha da fazla ihraç edilebilir düşüncesindeyim. Klasik caz ile Türk müziği bir araya geldiğinde ortaya çok ilginç bir harman çıkabilir diye düşünüyorum. Türk müziği oldukça egzotik ve bence dünya üzerindeki en güzel müzik formları arasında.
Önder Focan ile olan dostluğunuzun uzun yıllar önce Gramofon’da başladığını biliyorum.
Önder, üretici kimliğiyle şehrin müziği için çok önemli bir isim. Her şehirde böyle isimler vardır. Çok önemliler çünkü dışarıyla bağlantıyı sağlayan ve sürekli inşa eden isimler. Dünyada fark yaratan insanlar vardır. Bir kulüp açarlar ve dış bağlantıları kurarlar.
Bunun dışında Önder’le aramızda bir gitarist kardeşliği de var. Önder benim Türkiye’deki abim gibi. Aile gibiyiz.
Dün akşam önce Önder Focan sizin konserinize geldi, sonra da konser sonrası hep birlikte Nardis’e gittik ve Önder Focan’ı dinledik. Hatta dün akşam Önder Focan için de bir parça çaldınız, “Blues for Önder”.
Blues for O.P. (Oscar Petersen) parçasını Önder için çaldım, Blues for Önder olarak. Bu bir saygı ifadesi. Önder gibi, Borusan’ın idarecileri gibi, İstanbul Caz Festivali’ni organize edenler gibi kişiler çok önemli. Bunlar müziğin ayakta kalmasını sağlıyorlar. Bu isimleri desteklemek ve saygı duymak gerekiyor. Onlara önemli olduklarını hissettirmek gerekiyor, çünkü gerçekten de öyleler. Tüm müzik sahnesini taşıyanlar onlar.
Bundan sonraki tur planlarınızdan bahseder misiniz? Lars ile Duo Extraordinaire konserlerine devam edecek misiniz?
Hayatım bir tur aslında (gülüyor). Lars ile dün “Duo Extraordinaire” projesinin prömiyeri için burdaydık. Bugün Güney Kore’ye, Seul’a, Yoon Son Ha ile çalmaya gidiyorum. Ardından oğlumla çalmak için İsveç’e gideceğim.
Dün akşam Duo Extraordinaire açısından bir denemeydi aslında ve oldukça iyi geçti. Başlangıç için süper bir yerdi. Fırsat buldukça bu konserlere devam edeceğiz.
İçten cevaplarınız için çok teşekkürler. Son olarak, sizin eklemek istedikleriniz var mı?
Farklı kültürleri ziyaret etmek süper bir şey. Dün Lars’la da bundan bahsettik. Dün bir anda gecenin bir vakti seninle bir restaurantta şiş yerken bulduk kendimizi (gülüyor). Bu harikaydı gerçekten.
Çok iyi bir mesleğe sahibim. Farklı kültürlerin içine dalıp, farklı insanlar tanıyıp, sevdiğim işi yapıyorum. Bu yüzden de hürmetkar olmak ve bir müzisyen olarak sürekli gelişim için çaba göstermek gerekiyor.


